Faculty of Education

Interview with Einstein

Einstein ile Bir Saat

Kerim Erim*

 

Stockholm’deki uluslararası Mekanik kongre­sinden dönerken Berlin’de Profesör Einstein’ı ziyaret etmek istiyordum. Aslında Berlin’de birkaç gün kalmak zorunda olduğumdan bu süre zarfında kendisini aramayı görev edinmiştim. Bu amaçla Stockholm’deki kongreye katılan, tensör hesabının kurucusu Profesör Levi-Civita’dan bir mektup almıştım. Profesör Levi-Civita bu mektu­bunda özellikle güç bilimsel konulara ilişkin görüş­mekten kaçınacağımı ve kendisini yormayacağımı temin ediyordu.

Einstein’ın öteden beri gayet basit ve çekingen bir hayat yaşadığını da biliyordum. Bu yüzden kendisini bulmak çok güçtü. Berlin büyükelçimiz Kemalettin Sami Paşa’ya bu zorluktan bahseder­ken Paşa büyük bir iyilik yaparak bu konuyu hal­letmeyi üstlendi.

Nitekim tam bir hafta bu işin peşinden koşarak bütün zorluklara rağmen bunu hakkıyla başardı. Einstein’ın Berlin’e hemen yüz kilometre mesafede küçük bir köyün kenarında, orman yakınında bulunan villasında ne tele­fonu vardı ne orada olduğunu bilen biri. Ancak izini süren Sefir Paşa komşularının telefonları aracılığıyla kendisini ziyaret etmemizi sağladı.

Harekete artık bir gün kalmıştı, kendisini ziyaretten ümidi kesmiş­tim ki işte böyle bir anda öğleye doğru büyükelçimiz Kemalettin Sami Paşa, saat beşte Profesör Einstein’a çaya davetli olduğumuzu müjdeledi.

 Yapabileceğimizin en iyisini yapmak insan olmanın bir gereğidir.

 

 

Saat dörtte Batı Berlin’den, Sefir Paşa’yla arabayla hareket ettik, ol­dukça sıkı aramalardan geçtikten sonra nihayet Einstein’in bulunduğu köye gelmiştik.

Orman kenarında olan bu köyün ilk göze çar­pan yönü, pek ıssız ve doğal olmasıydı. “Villa Einstein” diye soruyoruz. Kimsenin haberi yok! Sonunda villaya giden patikaya çıkan yola geldik. Villayı öğrenebildik, villaya giden kum patikayı iz­leyerek orman kenarındaki ahşap villaya vardık. Bir dağ yamacında yapılmış olan bu villanın önün­de geniş bir ahşap tarasa vardı. Buna bir merdiven­le çıkılıyordu. İşte bu tarasaya, villanın tek bir oda­sı boylu boyunca bakıyordu. Bu oda modern tarz­da döşenmiş, hem yemek hem de oturma odasıydı. Artık bu odaya girmiştik. İçeride kimse yoktu. Bu­rada da tekrar “geldiğimizi nasıl haber vereceğiz, evin sakinlerini nasıl bulacağız?” sorunuyla karşı­laştık. Kararsızlığımızdan çıkan gürültü üzerine hizmetçi kız geldi ve geldiğimizi haber verdik.

Önce Madam Einstein bizi çektiğimiz zorluk­ları bilen bir tavırla karşıladı. Görüşmemizden do­layı çok memnun olduğunu söyledi. Hemen hiz­metçi kız ile Profesör Einstein’e haber yolladı.

Geçen sene telefonu olan bir villada oturdukla­rını, her gün, her taraftan (Paris, Londra ve New York’a değin) gelen telefonlarla çok fazla meşgul edildiklerini, bu sene, bu villada gayet sakin ve rahat yaşayabilmek için kesinlikle telefon almadıklarını ve hatta izlerini bile gizlemeye çalıştıklarını söyledi.

Gerçekten, çok tanınmış olmaktan kaynaklı bir ters etki olan bu yalınlığı anla­mak zor değildi.

Einstein, ne Edison gibi her gün kullandığımız uygar araçların mucidiydi ne de Pastör gibi hayatımızı kendisine borçlu olduğumuz bir aşı­yı bulmuştu. Gene de en popüler isimlerdendi.

Hem de tuhaf olan şuydu ki ün­lü Emil Ludwig’in dediği gibi Einstein’dan bahseden üç yüz milyon kişi olmasına rağmen onu gerçekten anlayanların sayı­sı bini geçmez.

Büyük savaşlar, ekonomik mücadeleler arasın­da yorgun düşen, ezilen insanlık, Einstein görecelik kuramını ortaya koyduğunda hiç olmazsa bir an için üstünlüğünü hissetmiş ve insan dehasının ne kadar güçlü olduğunu övünerek seyredebilme fırsa­tını bulmuştur. işte bundan dolayı Einstein böyle bir popülarite kazanmıştır diyebiliriz.

Nihayet Profesör Einstein geldi. Önce, hangi dilde konuşabileceğimizi sordu, Almanca olmasına memnun oldu. Kemalettin Sami Paşa profesörün davetine çok teşekkür etti.

Profesör Einstein resimlerindeki gibi hatta belki de daha yumuşak bir izlenim bırakıyordu. Kendisi daha çok bir sanatçı izlenimini veriyordu. Keten bir pantolon ve üzerine yün bir fanila giymişti. Ayağın­da çorapsız bir sandalet vardı. Böylece villasında bü­yük bir içtenlik ve yalınlıkla bizi kabul ediyordu.

Paşa Türkiye’de Mühendislik Fakültesi’nde de bu soyut kuramla uğraşıldığını büyük bir zevkle söyledi. Bilimsel konuşmalara girişebilmek için pa­şanın bu sözünden yararlanarak, görecelik üzerine Mühendislik Fakültesi’nde verilen dersin seviyesini anlatmak için, onun kitaplarından başka, Weyl, Eddington, v. Laue, J. Becquerel ve diğerlerinin ki­taplarının okutulduğunu söyledim.

Bunun üzerine Eddington’un “Gravitation and Time, Space” kitabının yalnızca açıklamadan iba­ret olduğunu, fakat “The Mathematical Theory of Relativity” kitabının çok iyi olduğunu söyledi. Gerçekten de bu kitabın Almanca çevi­risinin sonunda Hamilton prensibinin uygulamasına ilişkin Einstein’ın bir ek yazısı vardır.

Ben, bu bahaneyle çoğu İngiliz eserinde metafizik konularının ihmal edildiğinden ve konunun pürüzlü yön­lerinin kapatıldığından şikayet ettim ve Eddington’un kitabına çok hayran ol­duğumu ekledim. Önce bu düşünceme katılmıyormuş gibi göründü. Sonra gözleri parladı, çocuklara özgü bir gü­lümsemeyle “Haklısınız” dedi, “İngiliz- ler problem görmek istemezler”.

Övgüden ahlakınızın bozulmasını istemi­yorsanız çalışın.

Weyl’in kitabının çok iyi, çok derin olduğuna ilişkin konuştuktan sonra Fransızca kitaplardan J. Becquerel’in kitabının iyi ve basit bulunduğunu söyledim.

“Evet,” dedi, “fakat bu kitabın önemli bir kıs­mı gayet ince bir zekâsı olan ünlü fizikçi Langevin’e aittir.”

Konuşmamız, bundan sonra, fizik dünyasının en önemli sorunu olan “nedensellik-Causalite” il­kesi üzerine gelişti. Bu konuya ilişkin düşüncesini sordum.

Bilindiği üzere yeni atom kuramında şimdiye kadar bilimin temel taşı olan “nedensellik” (Causalite) ilkesi sarsılmış bulunuyor. Özellikle yeni dalga mekaniğini ortaya koyan E. Schrödinger fi­zik yasalarının istatistiksel önemi olduğunu ve ya­saya göre oluşumunu düşündüğümüz olayların önemlerinin sadece rastlantısal olduğunu öne sürü­yor. Nedensellik ilkesinden, her olayın “en azından fiziksel olayların” bir nedeni bulunduğunu ve “ay­nı şartlar altında aynı nedenlerin, her zaman aynı sonucu vermesini” anlıyoruz.

Profesör Einstein, her halde Causalite’ye bağlı olduğunu ve olayların bu noktadan açıklanmaya çalışılması gerektiğini söyledi. Ancak olayın temel yasası bulunmadıkça veya bunu uygulama imkânı zor olduğu sürece, istatistiksel yöntemin çok gerek­li olduğunu onayladı ve ekledi. Düşüncesini açıkla­mak için termodinamiğin, Brown hareketi saptan­madan önceki halini düşünelim dedi.

E. Schrödinger’in dalga mekaniği hakkındaki düşüncelerini sordum. Çok ilginç olmasına karşın dalga mekaniğindeki e sabitine ne anlam verilece­ğini henüz Schrödinger’in gösteremediğini ekledi.

Konuşmamızın bu anında Madam Einstein bi­zi çaya davet etti. Çay masasında tek­rar genel konulara dönüldü. Her za­man neşeli olan ve dudağından gülüm­semesi eksik olmayan bu büyük bilim adamı hayata, topluma dair her sorun­la canlı şekilde ilgiliydi. Her zaman esprili fakat açık bir ifadeyle sohbete katılıyordu.

Dünyanın birçok yerini gezdiğini anlatırken kendisini en çok etkileyenin çölün güzelliği ve çöldeki gün batımının görkemi olduğunu söyledi. Malesef ne İstanbul’u ne de Avrupa uygarlığı­nın beşiği olan Yunanistan’ı gördüğü­nü ekledi. Sefir Paşa profesörün İstanbul yolculu­ğunun düzenlenmesi ve hazırlanmasında yardımcı olmayı büyük bir içtenlikle önerdi.

Her şeyi kesinleşmiş şekilde görmeye alışkın olan Paşa ileri giderek zamanın belirlenmesi konu­suna geçti. Einstein atılarak teşekkür ettikten son­ra “Biz Doğuluyuz, acele etmeyelim” dedi, tamam­lamak amacıyla Madam Einstein hemen, “Kocam Yahudi olduğundan kendisini Doğulu sayar” dedi.

Biraz sonra Paşa çölde geçirdiği hayatın ilginç kısımlarını tatlı bir biçimde anlattı. Bedevilerin do­ğal yaşadıklarını ve sağlıklarının sağlam olduğunu söyledi. Einstein de bahçede çoğu zaman çıplak ayak gezdiğinden ve doğa sevgisinden bahsetti. Fa­kat yararlarından çok söz edilen yoğurdu sevmedi­ğini de ekledi. Söz yine dönüp dolaşıp İstanbul’a geldi. Güzelliğinin övgüsünü çok duyduğunu fakat “Rio de Janeiro”nun dünyanın en güzel şehri oldu­ğunu düşündüğünü söyledi.

Şuna dikkat ettim ki Einstein, bütün konularla çok ilgili olmasına rağmen, her zaman yarı rüya halinde yaşayan, sanki yüksek ilahi bir yerden in­miş bir yaratık hissini uyandırıyordu. Böyle olma­sına karşın, sözü, hareketi, giyinişi hatta bütün ha­yatı sade ve yakın olduğu gibi davranışlarında da çok güler yüzlüydü, sahte alçak gönüllülükten, gös­terişten, yapmacıklıktan arınmış olduğu açıkça gö­rünüyordu. Bu da dehanın içtenlik, yakınlık ve sı­caklığını gösteren canlı, güzel ve teselli edici bir ör­nekti. Halk arasında bulunmaktan hoşlandığı, bu­nun için daima üçüncü mevkide seyahat ettiği çe­şitli hayat hikayecileri tarafından hep vurgulanan bir özelliğiydi.

Konuşma genel konular etrafında dönerken ai­le konusuna da değinildi. İnsanlığa hizmetin en önemlilerinden birinin çocuk yetiştirmek olduğunu, çocuk­lar olmazsa insanlığın ortada bile kalmayacağını söyledi. Bundan son­ra, ben tekrar bilimsel konulara dönmeyi sağlamayı düşünüyordum.

Kendisinin şimdi neyle meşgul olduğunu sordum ve Cambridge Üniverisitesi’nde kendisine fahri doktor unvanı verilmesi nedeniyle verdiği konuşmada yeni bir kuram ortaya koymak üzere olduğunu söy­lediğini anımsattım. Elektriğin öne­mini araştırmakla meşgul olduğunu söyledi. Ve doğrusu burada örneğin bir gün birçok sonuca varır gibi oldu­ğunu fakat ertesi sabah diferansiyel denklemlerin arzuladığı sonuca yetmediğini gördüğünü söyledi.

Bilindiği gibi Einstein’ın görecelik kuramı, 1916-1919 senelerinde genel görecelik olarak bü­tün fiziği kuşatmak üzere bir sonuca vardığında, bir ikiliğe (dualite’ye) ulaşıyordu. Böylece biri çe­kim yasası diğeri de elektromanyetik durumları çevreleyen Maxwell-Lorentz diferansiyel denklem­lerine varılıyordu. Çekim kuvveti, bu tarzda dört boyutlu uzaya ait bir kuvvete yani geometriye dö­nüşüyordu. Şimdi bu ikiliği kaldırmak üzere ilk adımı atan ünlü matematikçi Weyl’dir. Öklid-dışı geometriyi geliştirerek, matematiksel bir yol da ge­tirmiştir. Bu yolda birçokları hizmet ettiği gibi, meşhur Ingiliz astronomi bilginlerinden Eddington’un da bu kurama eklemeleri olmuştur. Fiziksel birliği sağlamak için ortaya atılan bu kurama Weyl-Eddington kuramı da denir.

Hiç özel bir yeteneğim yoktur, sadece had safhada meraklıyım.

İşte Einstein, Weyl-Eddington kuramına katıl­mamaktadır. Böyle bir birliği sağlamak için sürek­li araştırma yapmakla meşguldür ki bu alanda sık sık yazılarına rastlanıyor. Bir kere Eddington’un Weyl kuramına yaptığı eki bir gelişme olarak değil de kuramın fakirleşmesi olarak görüyor.

Weyl-Eddington yöntemiyle doğa yasalarının önemlerinin tamamen ifade edilemeyeceğine katıl­dığını söylüyor.

Gerçekten Profesör Einstein geçen sene (Field) alan kuramını ortaya koyarak bu birliği sağlamaya çalışmıştır. İşte şimdi uğraştığı mesele kuramın bu yolda gelişmesidir.

Bundan sonra tekrar nedenselliğe geldik. Meş­hur fizikçi Planck’ın Kaiser-Wilhelm Enstitüsü’nde verdiği nedenselliğe da­ir konferansla Schrödinger’in Berlin Akademisi’nde verdiği konuşmadan bahsettim. Planck’ın çok açık fikirli, aynı zamanda iyi bir yazar olduğunu ekledikten sonra, Planck ile bu konu­da aynı fikirde olduğunu söyledi. Ve dedi ki “Bulunacak kuramın olayları en basit şekilde açıklaması gerekir. (Böylece görecelik kuramının basitlik ve uyum olmak üzere iki esasını anımsatmış bulunuyordu.) Asıl zor­luk ise bu noktada herkes basitlikten başka şey anlıyor” dedi.

Konuşma bu noktaya geldiğin­de, o tarihten bir süre önce, Konigsberg’de Alman Doğa Bilimleri Kongresi’ne katılıp katılmadıklarını sordum. Bu kongrede mantık ve matematik temelleriyle ilgili ünlü Alman matema­tikçilerinden Hilbert’in bir konuşması olduğunu anımsattım. Henüz metnini elde etmediğini fakat dostlarından buna dair bilgi aldığını, pek ilginç bulduğunu söyledi. Bundan sonra Hilbert’in pek keskin ve derin görüşlü, evrensel bir kişiliği oldu­ğunu ekledi. Böylece konuşma daha çok matema­tiğe çevrilmişti.

Yine bilindiği üzere matematiğin temellerinin ortaya konmasında üç büyük okul vardır. Bunlar­dan biri aksiyomatik yöntem denilen bir sistemdir ki buna formalizm de diyebiliriz.

Evrenin en anlaşılmaz tarafı anlaşılır oluşudur.

 

Bu sistem, mate­matiği, birbirlerinden mümkün olduğunca bağımsız bir takım belitlere dö­nüştürür ve de bu belit­lerin birbirlerini geçer­siz kılmadığını kanıt­lar. İşte bunu ortaya koyan büyük matema­tikçi Hilbert’tir.

İkincisi Ingiliz filo­zoflarından Bertrand Russell’ın savunduğu tarzdır. Buna mantık­çılık da denebilir ki Al­man matematikçilerin­den Dedekind, Frege, G. Cantor’un temel araştırmalarından da faydalanır. Mate­matiği mantık alanına dahil eder.

Diğeri ise özellikle HollandalI Brouwer tarafından ileri sürülen sezgiselciliktir. (Weyl, Poincare ve diğerleri aşağı yu­karı bu gruba dahildir.)

Bunlardan hangisinden yana olduğunu sordum. Aksiyomatik’i çok hünerli ve ince bulduğunu aksiyom sistemine dönüşün çok gerekli olmasına karşılık kof ve yapay ol­duğundan şikâyet etti. Sezgiselcilikten de çok yararlanıldığını fakat kendisinin en çok Russell yanlısı olduğunu söyledi.

Üçüncü Dünya Savaşı’nm silahlarını bilemem, ama dördüncüsü taş ve sopayla yapılacaktır!

 

“Matematik, her halde şimdiye kadar izlediği yolu izlemelidir” dedi. Fakat ma­tematiğin gerek aksiyomatik gerek sezgiselci yöntemlerinden yararlanmayı bilece­ğini de ekledi. Bundan sonra konuşmamızın daha genel konulara geçmesini sağlamak için matematik yeteneğine dair fikrini sordum. Bilindiği üzere bi­limler sıralamasında ilk sırayı alan matematik, eş­yanın en genel, en basit olan özelliklerini inceler. Diğer taraftan önermelerin kanıtlarındaki kesinlik ve anlaşılırlık ve sonunda bu önermeleri kanıtla­ması dolayısıyla, matematikte bir şeyin kanıtı, so­kakta rastlanılacak herhangi - akılsız - birisine adı geçen kanıtın anlatılması durumunda bu gerçeği kabul etmesi olduğu sanılabilir.

Buna öncelikle bir benzetme ile cevap verdi: “Nasıl ki bir müzik parçasını anlamak için müzik yeteneğinin olması gerekliyse matematik için de buna benzer bir yeteneğin olması gereklidir” dedi.

Matematiğin yapıcı (inşacı, konstrüktif) önemi­ne değinerek şöyle bir örnek daha verdi:

“Varsayalım ki tuğladan bilinen yöntemlerle duvar inşa ederek bir bina yapmak istiyoruz. Bu du­vardaki tuğlaların birbirlerine doğru eklemeyi bil­meyi bir akıl yürütme sırasının doğru olup olmadı­ğını bilmeye benzetelim. Fakat nasıl ki tuğlaların dü­zenlenme tarzının doğruluğunu bilmek, binanın mi­marisini kavramaya ve belirlemeye yetmezse yalnız akıl yürütme sırasını doğru bilmek de matematikçi olmak demek değildir”.

Konuşmamız böylece sürdü ve saat yediye ge­liyordu. Misafirperverliklerini suistimal etmemek için Kemalettin Sami Paşa izin istedi. Böylece pek tatlı geçen değerli saatin de sonu gelmişti. Gard- roptan şapkayı almakta biraz gecikmiştim. Döndü­ğümde Sefir Paşa, Profesör Einstein, Madam Einstein, eşim tarasada konuşuyorlardı.

Tahminime göre paşanın güzel bir iltifatına karşılık Profesör Einstein şu sözleri söylerken konuşmalarına yetiş­tim:

“Yaptıklarım kâğıda geçiyor ve oradan da kâğıt sepetine gitmekten başka bir işe yaramıyor.”

Madam Einstein, kimsenin buna inanmadığını hemen ekledi. Ben de her­halde insanlığın kendisine hizmeti dola­yısıyla borçlu olduğunu ve kendisinden daha çok şey beklediğini söyledim. Böylece bu büyük adamdan ve onun huzur­lu yuvasından ayrıldık.

Bu büyük adam pek alçak gönüllü ve içten olmasına rağmen üzerimizde insanüstü bir etki bırakmıştı. Kendimizi, onun yanındayken sanki dünya­dan ayrılmış, başka ge­zegenlere gitmiş ve ora­dan yeryüzünü inceli­yor sanıyorduk. Araba Berlin’e yaklaştıkça bü­yük şehrin baş döndü­rücü basıncı ve insanı hapseden mekanikliği bizi yine önceden bu­lunduğumuz yere indir­di. Fakat daha büyük aşkla, insan aklının gü­cüne daha büyük bir inançla bu yere indir­mişti.

Başkaları için yaşanmış bir yaşam ancak yaşanmaya değerdir.

 

Kaynak: Matematik Dünyası, 2004 Kış

Free in Thought, Modern in Education, Universal in Science